“Bakışlarımızla son kez sessizce vedalaştık”
23 Haziran 2022, Perşembe 10:49Zennure ablam İstanbul’da Fatoş ise Manisa’da yaşamaktaydı. Diğer iki kız kardeşim ise Malatya’da yaşamaktaydı.
Kardeşler arasında liseyi bitirebilen ve üniversite sınavına girebilen sadece Fatoş bulunuyordu. Onun dışında ise diğer kardeşlerimle ben ortaokul mezunuyduk. Ta ki ben 2016 yılında açık öğretim lisesini ve ardından da 2019 yılında üniversitenin ön lisans ile 2022 yılında da lisans bölümünü bitirip mezun olana kadar.
Fatoş, liseyi bitirdikten sonra üniversite sınavlarına bir iki defa girmesine rağmen kazanamamıştı. Bu nedenle özel sektörde işe girerek çalışmaya başlamıştı.
Özel sektörde çok fazla çalışmadan Türkiye İş Kurumu’nda işe girmişti. Görev yeri Malatya’ydı. Çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra evlenmiş ve baba ocağından ayrılmıştı. Evlendiği eşinin Manisa’da yaşıyor olması nedeniyle görev yerini oraya aldırmıştı.
Yıllardır oğlu Mert Ali ve eşi Ali Ekber ile Manisa’da yaşıyordu. Yıllardır çalıştığı kurumdan da 2021 yılında emekli olmuştu.
Önce eşi sonra da kendi emekli olduktan sonra tam rahat bir hayat yaşamayı hayal ettikleri zamanda ömür denen yolun sonuna yaklaştığını ne o ne de bizler farkında değildik. Amansız bir hastalık yakasına yapışarak musallat olunca düşledikleri hayat yaşanmadan son buldu.
Normalde de birçok rahatsızlık yaşamış ve yaşamaya da devam ediyordu. Sürekli yaşadığı bazı rahatsızlıkları ise artık kronikleşmişti. Defalarca vücudunun değişik yerlerinden ameliyatlar olmuştu. Bir ayağı sürekli hastanelerde doktor kapılarını aşındırmaktaydı.
Covid-19 salgını başlamadan önce Aralık 2020’de Malatya’ya gelmiş ve salgından dolayı da iki yıldır gelememişti. Bu bayram sonunda eşi ile Malatya’ya geleceğini ve uzun bir süre kalacağını söylüyordu. Geleceği günleri iple çekerek beklerken yine hastalanmış ve evde yatıyordu. Konuştuğumuzda sesi kötü geliyordu.
Doktora gidip muayene olabilmek için hastaneden randevuyu birkaç gün sonrasına ancak alabildiğini söylemişti. Telefonla konuştuğumuzda “Randevuyu neden bekliyorsun, özel hastaneye gitsene.” dediğimde “Ağrılarım artarsa giderim Abi.” demişti.
Bu konuşmamızdan birkaç gün sonra 19 Nisan akşamı ağrıları dayanılamayacak kadar artınca eşi ile oğluna “Beni acile götürün.” demiş.
Acile götürüldüğünde yapılan tahliller ve muayeneler sonucunda pankreas kanserinin son evresinde bulunduğu ve diğer organlara da metastaz yaptığı söylenerek hastaneye yatışı yapılıyor. Ayrıca ciğerlerinde görülen lekelerin tespit edilerek uygulanacak tedavinin belirlenmesi için parça alınacağını söylüyorlar.
Parça alımı yapılmadan 20 Nisan akşamı bu defa beyin damarlarında emboli oluştuğundan vakit geçirmeden yoğun bakıma alınıyor.
Yoğun bakımda birkaç gün kaldıktan ve durumunun biraz düzelmesi üzerine servise alınıyor ve daha sonrasında ise yaklaşan bayram nedeniyle eve çıkarılıyor. Doktorlar, emboliyi dağıtmak amacıyla uyguladıkları kan sulandırıcı tedaviden dolayı parça alımının yapılamayacağını ve bu nedenle eve çıkardıklarını belirterek bayram sonunda tekrar kontrole gelmesini söylüyorlar. Bayram sonunda kan değerleri normale dünmüşse parça alımı yapılacağını belirtiyorlar.
Evde ise gerek ilaç tedavisi gerekse de fizyoterapistin uyguladığı fizik tedavi sonucunda ayağa yavaş yavaş düzelmeye başlamıştı. Ayağa kalkarak yürümeye başlamış, yemesi içmesi düzelmişti.
“Birçok hastalığı atlattım, bunu da yeneceğim.” diyerek umudunu yitirmeden fizyoterapistin her dediğini yapıyor ve kısa zamanda büyük gelişmeler göstermeye başlamıştı. Onun düzelmesini ve azimli olduğunu gördükçe bizlerde seviniyor ve umudumuz gittikçe artıyordu.
Zamanın ne getireceğini ve ne göstereceğini bilmeden umutlarımıza dört elle sarılmış bir halde güzel günlerin gelmesini beklerken olan oldu ve ikinci defa emboli oluştu. Sevinçlerimiz ve mutluluklarımız donakalmış, kurduğumuz hayallerimiz ise bir film sahnesinin en heyecanlı yerinde kopması gibi yarıda kalmıştı.
İkinci defa beyin damarlarında emboli oluştuğundan kız kardeşim tekrar yoğun bakıma alınınca ablam beni aradı. “Durma çık gel, doktoru ile konuştuk senin durumunu anlattık. ‘Gelsin, yoğun bakıma alırız.’ dediler. Çık gel en azından Fatoş’u son bir defa gör.” dedi.
Ablamın aradığı gün ise geçtiğimiz yıl 3 Mayıs da vefat ederek aramızdan ayrılan can dostum Yücel’in ölüm yıldönümü nedeniyle mezarını ziyaret etmek amacıyla Ankara’ya gidecektik. Tüm hazırlıklarımız tamamlanmış ve yola çıkmak için akşam olmasını bekliyorduk.
Ablamdan gelen telefon üzerine Ankara yolculuğunu vakit geçirmeden iptal ettim. Kız kardeşimle Manisa’ya gitmek amacıyla uçak biletine baktığımızda ne direkt uçuş ne de aktarmalı bir uçuş yoktu. Bir gün sonrasına baktığımızda da yer olmadığı için otobüs firmalarına baktık. Ne yazık ki bayram dönüşü nedeniyle hem uçaklarda hem de otobüslerde birkaç gün süresince yer bulunmuyordu.
Gerek uçakta gerekse de otobüs firmalarında iki ya da üç gün sonra yer bulunacağını söylediklerinde o an aklıma kardeşimi belki de son defa görebileceğim gelince vakit kaybetmeden çıkmam gerektiğini düşündüm. Bu nedenle vakit kaybetmeden ticari taksi ile yola çıktık.
Manisa’ya varır varmaz önce yeni aldıkları ve henüz tadını çıkaramadıkları evine gittik. Bir iki saat bekledikten sonra hastaneye gittik. Hafta sonu olduğundan normalde yoğun bakıma kimseyi almıyorlardı. Görevlilere doktorunun bilgisi olduğunu ve onay verdiğini söyleyince kabul ettiler.
İçeride nasıl bir durumla karşılaşacağımızı tahmin ediyordum. Yıllardır hastanede anestezi teknikeri olarak çalışan yeğenim bizleri bilgilendirdi. “Onunla konuşun, ne anlatmak istiyorsanız söyleyebilirsiniz. O sizinle konuşamazsa da sizi duyacaktır.” dedi.
Yoğun bakıma yanımda gelen diğer kız kardeşimle beraber girdik. Odaya girdiğimiz andan itibaren yatağında gözleriyle bizi takip etmeye başladı.
Yatağının yanına yaklaştık, ben sağ yanında durdum, kız kardeşim ise sol yanına doğru geçti. O geçince sol elini tuttu. Ben sağ elini tutmaya niyetlendim yapamadım. Kız kardeşim sarılıp öptü, başını okşadı. Boğazımda koca bir taş varmış gibi yutkunmaya çalıştım, yapamadım.
Gözlerimden boşalacak gözyaşlarını zor tutmaya çalışıyordum. Kız kardeşim “Abi sen de bu tarafa gel.” diyince sandalyemi yavaş yavaş sürerek sol yanına geçtim.
Ben sandalyemi sürürken o gözleriyle takip ederek sanki kardeşimin sözlerini onaylarcasına beni yönlendirmeye çalıştı.
Yanına geçer geçmez sol elini avucumun içine alıp kuş tüyünü tutar gibi tuttum. Eli sıcacıktı, avucumun içinde yavaşça okşayarak sıktım. O da aynı şekilde elimi sıktı. Ben yavaş yavaş elini sıktıkça o da aynı şekilde karşılık veriyordu.
“Fatoş, bak biz geldik! İyi olacaksın inşallah. Kendini bırakma, azimli ol ki çabuk iyileşip Malatya’ya gelesin.” dedim. Yanıt olarak sadece gözleriyle bizlere baktı, baktı durdu. Bakışlarıyla o kadar çok şeyler anlatıyordu ki bizlere. Anlatmak istediği, paylaşmak istediği ne varsa o kısacık zamana ve bakışlara sığdırmak ister gibiydi.
Hastaneye ilk yattığının ikinci günü beyin damarlarında oluşan emboliden dolayı yoğun bakıma alındığında hemşire olan eltisi görüntülü arayarak görüşmemizi sağlamıştı. Kamerayı açar açmaz bana, “Abi, abi.” diye seslenmişti. “Buradayım Fatoş.” dememe rağmen sesimi alamamış ve tekrarlamıştı. Sesimi aldığında ise bana sadece “Abi, Mert’e sahip çık.” demiş ve iki üç defa bu sözü tekrarlamıştı. Gözleriyle bize baktığında işte bu sözleri aklıma geldi. Sanırsınız ki bakışlarıyla bana o sözü hatırlatmaya çalışıyor gibiydi.
Kardeşim sarılıp öptükçe içim gidiyordu, çünkü yatağa uzanıp sarılmam öpmem imkânsızdı. Bu nedenle kardeşime kelimeleri yutkunarak ve kendimi zorlayarak benim yerime de sarılıp öp diyebildim.
Ne ben de ne de kız kardeşimde akmasın diye zor tuttuğumuz gözyaşlarımızı artık daha fazla tutacak güç kalmamıştı. Yanaklarımızdan aşağıya usul usul süzülmesi için bırakıverdik.
Konuşmak istediğimiz, anlatmak istediğimiz çok şey olmasına rağmen sözcükler boğazımızda düğümleniyor, ses olup bir türlü çıkmıyordu.
Vedalaşmak zorunda olduğumuzdan kardeşim kendini zorlayarak, “Abi çıkalım mı?” dedi. Gönülsüz, isteksiz ve sessizce sadece başım ile onayladım. Gözyaşları arasında “Fatoş, bize beş dakika müsaade ettiler, çıkmamız gerekiyor. Kendine iyi bak, çabuk iyileşesin.” dedi.
Ben de tuttuğum elini sıkarak, “Kendine iyi bak Fatoş. Seni seviyoruz. Şimdi gidiyoruz yine seni görmeye geleceğiz. Biz yanındayız.” dedim. Tuttuğumuz elini bırakmak istemesek de gönülsüzce bırakırken bakışlarımızla son kez sessizce vedalaştık.
Onu son görüşümüz olduğunu hissediyor ve biliyordum. Bir daha ziyaretine gidemeyeceğimi ve onu göremeyeceğimi bile bile “Şimdi gidiyoruz yine seni görmeye geleceğiz.” diyerek hayatımın en büyük yalanını söylemek zorunda kaldım. Çünkü o günden sonra bir daha ziyaretine gidemeyecek ve onu göremeyecektim.
Onu arkamızda bakışlarının üzerimizde kilitlenerek bakakaldığını hissederek ağır adımlarla sessizce kapıya yönelerek odadan çıktık. Çıktığımız andan itibaren artık tutmakta zorlandığımız gözyaşlarımızı doğal akışına bıraktık. Sel olup akan gözyaşlarımız arasında nefessiz kalıp sessizce hıçkırıklarımızı içimize gömerek ardımıza bakmadan usulca uzaklaştık.
1972 yılında yakalandığım romatizma hastalığı nedeniyle yıllar yılı çekmediğim acı kalmamıştı. Romatizma hastalığının yarattığı eklem ağrılarının ne derece çekilmez olduğunu yaşamayan hiç kimse bilemez.
Doğup büyüdüğüm sokakta oturan tüm komşular geceleri artan ağrılar nedeniyle dayanamayıp feryat figan ağladığım için sesimden sabahlara kadar uyuyamazlardı. Yıldızlarla kaplı gecelerin o dingin ve ahenkli sessizliğini tek bozan benim dinmek ve bitmek bilmez ağlama seslerim olurdu.
O günlerde çocuk aklımla çektiğim acıların dayanılamayacak kadar büyük olduğunu sanıyor ve dünyada bu acıdan daha büyük bir acının olamayacağını sanıyordum.
O çocuksu saf düşünceler arasında hayatta fiziki olarak çekilen acıdan daha büyük ve derin acıların olduğunu yıllar içerisinde birbiri ardına yaşadığım acı olaylar sonucunda anlamış oldum. Dayanılmaz sandığımız fiziki acıların birkaç gün gibi kısa bir sürede geçtiğini, insanın yüreğinde ve ruhunda çektiği acıların ise daha büyük ve derin olduğunu, yıllar geçmesine ve kabuk bağlamasına rağmen iyileşip sağalmadığını yaşadıkça öğrenmiş oldum.
O gece kardeşimin henüz bir iki ay önce taşındığı yeni evinde kaldık. Sabah doğru saat beş gibi yola çıktık. Yoğun bakımdan çıkma durumu olur düşüncesiyle küçük kardeşimi orada bıraktıktan sonra annemi de yanımıza alarak Malatya’ya geri döndük.
Biz döndükten sonra Pazartesi günü doktorlardan aldıkları bilgiye göre ben ve kardeşim yanından çıktıktan sonra bilinci tamamen kapanmış. Bilinci kapalı bir halde 28 Mayıs gününe kadar yoğun bakımda yaşam mücadelesi veren kardeşim o gün sabah 7.40 da hayata gözlerini yumarak ebediyete intikal etti.
Daha önce “Bana bir şey olursa Malatya’ya götürün ve orada defin edin.” diyerek vasiyet eden kız kardeşimin bu isteği yerine getirilerek bir gün sonra sabah uçağı ile Malatya'ya getirildi. Uçaktan alınan naaşı baba evine getirilerek helallik alındıktan sonra öğle saatlerinde şehir mezarlığında ebedi istirahatgahına defin ettik.
O artık ebedi dünyada babam ile ailenin bir ferdi gibi gördüğü ve ablası gibi sevip değer verdiği, benimde can dostum olan Yücel’in yanında huzur içinde yatıyor. Mezarı başında bir yandan gözyaşlarıma hâkim olamayıp ağlarken içimden de dualarla onu uğurladım ve babam ile can dostuma da selamımı iletmesini fısıldadım.
Bildiğiniz gibi sevinçler paylaşıldıkça çoğalır, acılar ise paylaşıldıkça azalır derler ya, işte bu sözün doğruluğunu kardeşimin vefatıyla bir kez daha yaşayarak öğrenmiş oldum.
İyi günde insanın yanında herkes bulunur ama böylesi acı ve kötü günlerde gerçek dostlar ve akrabalar değer verdiği ve sevdiği insanların yanında olur. Ne mutlu bana ki benim ve ailemin böyle acılı gününde yanımızda olan ve acımızı paylaşarak ortak olan birbirinden değerli gerçek dostlarım ve akrabalarım var.
Kız kardeşimin vefatı nedeniyle benim ve ailemin yaşadığı acıyı gerek yurtdışı ile yurtiçinden yanımıza gelerek, gerek telefonla ulaşarak gerekse de ilettikleri mesajlarıyla bir nebze de olsa azalmasına neden olan yüreği güzel tüm arkadaşlarıma, dostlarıma ve akrabalarıma ayrı ayrı çok teşekkür ediyor, sevgiyle ve dostça selamlıyorum...